24 Ocak 2015 Cumartesi

UYKU VE HAFIZA BERABER ÇALIŞIYORLAR !


Uyku ve Hafıza Beraber Çalışıyorlar !

UYKU VE HAFIZA BERABER ÇALIŞIYORLAR !

Yarın ilk iş olarak test etmek ister misiniz? İşte size bir tüyo: kahveyi elinizden bırakın ve kafayı vurup yatın.
Bilim insanları; uykunun, hafızanın ve öğrenmenin birbirleriyle derin bağlantıları olduğunu uzun süredir biliyorlardı. Sineklerden insanlara kadar birçok hayvan uykusuz kaldıklarında hatırlamada sorunlar yaşıyorlar ve araştırmalar; uykunun, kısa süreli hafızayı uzun süreli hafızaya dönüştürmede ( hafızayı sağlamlaştırma/konsolide etme süreci ) önemli bir etken olduğunu gösteriyor.
Fakat bu sürecin nasıl işlediği ise hala bir gizem olarak duruyor.
Uykuyu tetikleyen mekanizma aynı zamanda hafızayı da sağlamlaştırıyor olabilir mi? Ya da bu iki ayrı süreç beraber mi çalışıyorlar? Bir başka deyişle; beyin uyku anında hafıza nöronlarının çalışmasına müsaade edecek kadar rahat bir durumda, dolayısıyla da hafıza sağlamlaşıyor mu? Yoksa aslında hafıza nöronları mı uykumuzun gelmesini sağlıyor?
eLife ‘da yayınlanan yeni bir makalede araştırmacılar; ikincisi için yani hafıza nöronlarının bizi uykuya daldırdığı durum için bir ortam sağladılar.
Araştırmacılar Paula Haynes ve Bethany Christmann araştırmalarını, Drosophila‘da (meyve sineği) hafıza güçlendiriciler olarak bilinen dorsal eşleşik medyal  (Dorsal Paired Medial-yazının devamında DPM olarak kısaltılacaktır-) üzerine yoğunlaştırdılar. Haynes ve Christmann ilk defa olarak DPM nöronları aktifleştiğinde, sineklerin daha fazla uyuduklarını ve DPM nöronlarının aktif olmadığında ise sineklerin vızıldamayı (uyanık kalmayı) sürdürdükelrini gözlemlediler.
Hafıza sağlamlaştırıcılar, kısa süreli hafızayı uzun süreli hafızaya dönüştürmeye başladıklarında uyanıklık durumunu engelliyorlar. Tüm bu durum Drosophila‘nın beyninde “mantar cisim” (insanlarda anıların depolandığı yer olan hipokampus ile aynı görevdedir) denilen yerde meydana geliyor. Görünen o ki, hafıza ve öğrenmeden sorumlu olan “mantar cisim” aynı zamanda Drosophila‘nın uyanık kalmasına yardımcı oluyor.
Christmann: “Neredeyse mantar cismin sorumlu bölümleri “hey ! uyanık kal ve bunu öğren” der gibi. Bir süre sonra DPM nöronları bu bölümleri bastırmak için sinyaller gönderiyor ve benzer şekilde ” eğer tüm bunları hatırlamak istiyorsan şimdi uyumalısın” demesine sebep oluyor” diyor.
Drosophila‘daki gibi uyku ve hafızanın nasıl bağlantılı olduğu anlaşılabilirse, bu durum bilim insanlarına insan beynindeki gizemleri de ortaya çıkarabilme konusunda yardımcı olacak.
Chrissmann: ” Sineğin beyninde uyku ve hafızanın birbiriyle ilişkili olduğunu bilmek, araştırmacılara çalışmalarını insan beyninde nereye yoğunlaştırmaları gerektiği konusunda yardımcı olabilir. Sonuç olarak, insanlardaki insomnia ya da hafıza bozuklukları gibi durumlarda uyku ve hafızanın nasıl etkilendiğini ortaya çıkarmamızda yardımcı olabilir” dedi.

20 Ocak 2015 Salı

GEREKSİZ ANTİBİYOTİK KULLANIMINI ENGELLEYEN TEST

2009 yılında Boğaziçi Üniversitesi çatısı altında kurulan Teknopark bünyesinde yürütülen iki önemli Ar-Ge çalışması sonuçlanarak sağlık sektörünün hizmetine sunulma aşamasına geldi. Yanlış antibiyotik kullanımının önüne geçecek test çalışması ile hastane enfeksiyonunu önlemek amacıyla geliştirilen proje kısa bir süre sonra hastaların hizmetine sunulacak.
Boğaziçi Üniversitesi çatısı altında 2009 yılından bu yana çeşitli kuruluşların Ar-Ge çalışmalarına ev sahipliği yapan Teknoparkbünyesinde sağlık sektöründe yeni bir dönemi başlatacak iki önemli çalışmaya imza atıldı.
ENGY Çevre ve Enerji Teknolojileri Biyoteknoloji Araştırma Geliştirme Şirketi tarafından gereksiz antibiyotik kullanımının önüne geçme amacıyla yürütülen  ‘Boğaz Sürüntüsünde A Grubu Beta Hemolitik Streptokok Tespiti İçin PCR Tabanlı Bir Kit Geliştirilmesi’ ve ‘Hastane Enfeksı̇yonu Etkenlerı̇nı̇n Hızlı Tespı̇tı̇ ı̇çı̇n Otomatı̇ze Moleküler Analı̇z Cı̇haz ve Kı̇tlerı̇nı̇n Gelı̇ştı̇rı̇lmesi’ çalışmaları sonuçlandı.
Şirketin kurucularından, Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü öğretim üyesi ve Moleküler Ekoloji Grup(MEG) Eş BaşkanıProf. Dr. Bahar İnce, Türkiye’de antibiyotik kullanımının çok fazla olduğuna dikkat çekerek,  “‘Boğaz Sürüntüsünde A Grubu Beta Hemolitik Streptokok Tespiti İçin PCR Tabanlı Bir Kit Geliştirilmesi’ ile yanlış ve gereksiz antibiyotik kullanımının önüne geçmiş olacağız. İlaç kullanımının kısıtlanması ve gerekli olmayan durumlarda insanlara antibiyotik verilmemesi son derece önemli. Bu çalışma ile yalnızca maliyet bazında değil, geliştirilen kitin özgünlüğü ve hassasiyeti yönünden de olumlu sonuçlar elde ettik. Sahada yaptığımız karşılaştırma testleri de başarılı şekilde tamamlandı. Bu ürünle ilgili patent başvurularımızı gerçekleştirdik ve Sağlık Bakanlığı da çalışmamıza desteğini sundu. “strep.pyogenez hızlı polimeraz zincir reaksiyon testi” sosyal güvenlik sisteminin ödeyeceği işlemler arasına alındı, ikinci aşamada da, antibiyotik reçeteye yazılmadan önce bu testin uygulanmasının zorunlu hale getirilmesi planlanıyor” şeklinde konuştu.
HASTANE ENFEKSİYONU PROJESİ PATENT YOLUNDA
Boğaziçi Üniversitesi Teknoparkı bünyesinde 13 proje yürüttüklerini, bunların büyük bölümünün tamamlandığını belirterek bugüne kadar, 100’ün üzerinde bilimsel, akademik ve teknolojik Ar-Ge projesi tamamladıklarının ve ürünlerinin patentleşme sürecinde bulunduğunun altını çizen Prof. Dr. Bahar İnce, hastane enfeksiyonu alanında yürüttükleri bir başka projenin ise tamamlanma aşamasında bulunduğunu ve kısa süre içinde patent başvurusu yapacaklarını söyledi.
Ön çalışmaları yapılan ve Kasım 2014 itibariyle TÜBİTAK 1003 projesi olarak desteklenen  “Hastane Enfeksı̇yonu Etkenlerı̇nı̇n Hızlı Tespı̇tı̇ ı̇çı̇n Otomatı̇ze Moleküler Analı̇z Cı̇haz ve Kı̇tlerı̇nı̇n Gelı̇ştı̇rı̇lmesi” projesi sonuçlandığında patent başvurusunu gerçekleştirilecek. İnce, “Medipol Hastanesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çapa Tıp Fakültesi, Boğaziçi Üniversitesi, İTÜ ve Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’nun da içinde olduğu altı partnerin olduğu ortak bir yapı içinde yürütülen projemiz ile Türkiye’de ve dünyada büyük bir önem taşıyan bu sorunu yetkin ve ekonomik olarak çözmeyi hedefliyoruz’’ dedi.
2009 yılında hizmet vermeye başlayan Boğaziçi Üniversitesi Teknopark başta sağlık, çevre ve enerji olmak üzere pek çok alanda yenilikçi Ar-Ge çalışmalarına ev sahipliği yapıyor. Ar-Ge çalışmaları yapan 26 kuruluşu çatısı altında bulunduran Teknopark bünyesinde Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlileri tarafından kurulan ve medikal, bilişim teknolojileri, enformasyon yazılımı, deprem mühendisliği, çevre ve elektronik sektörlerinde faaliyet gösteren şirketler bulunuyor.
Kaynak: http://bilimfili.com/gereksiz-antibiyotik-kullanimini-engelleyen-test/

PARÇALANMIŞ DNA’LAR KANSER KROMOZOMLARI OLUŞTURUYOR!

Kromozomlar parçalandıkları zaman bazen devasa dairesel şekilli canavarlara dönüşür. Bu devasa oluşumlar kanser genlerini içlerine alıp onları kendi DNA’larının yapısına katar ve böylece agresif tümörler oluştururlar.
1950’lerde yapılan araştırmalarda, kanser hücrelerindeki kromozomların anormal derecede büyük ve bazen de dairesel şekilde oldukları gözlemlenmişti. Bu kromozomlara “neokromozomlar” denilmektedir. Neokromozomlar, tüm kanserli hücrelerin yüzde 3’ünde, ayrıca yağ ve kemik kanserlerinin yüzde 25’inde tespit edilmiş olup, bu kromozomların nasıl ve neden oluştuğu bilinmemekteydi.
Sidney’deki Garvan Enstitüsü’nde yapılan araştırmalar sonucu, bu devasa kromozomların dizilimi elde edilip, evrimsel gelişim süreci incelendi. Laboratuvar ortamında geliştirilmiş yağ ve bağ doku kanser hücrelerine (liposarkom hücreleri) bakıldı. Bazı neokromozomlarda, diğer bütün kromozomlara ait DNA bilgisi tespit edildi. İlginç bir başka tespit ise, kanserli hücre gelişimine neden olan genlerin neokromozomlarda 60’la 100 arası tekrarlanmış olarak yer alması olmuştur; bu sayede hücre içinde oldukça büyük yer kaplayarak daha dominant hale gelmekteler. Bazı neokromozomlarda tespit edilen DNA miktarı, normal bir hücrenin en büyük kromozomunun DNA’sının 3 katı olarak gözlemlenmiştir.
Yapılan modellemeler sonucu görüldü ki, bu kromozomların yapılarının değişimi adım adım değil, tuhaf bir gelişim süreciyle gerçekleşmektedir. Öncelikle, kromozom hasar alarak parçalara ayrılıyor. Bu ayrılma esnasında, “telomer” adı verilen, kromozomu bir arada tutmaya yarayan ve uç kısımlarında bulunan kısımlar da ayrılıyor. Normal şartlar altında DNA, doğal olarak sahip olduğu tamir mekanizmalarıyla ayrılan parçaları birleştirir, parçalanma çok karmaşık halde olduğundaysa hücre genellikle ölür. Fakat bazen bu parçalanmış garip kromozomlar telomerleri olmadan, uçlarını birleştirerek halka haline geliyor ve hayatta kalmayı başarıyor.
Hücre her bölünüşünde bu dairesel kromozomlar eşit olmayan parçalara ayrılıyor. Parçaların bir kısmı diğerlerinden daha fazla parça alıyor, yani bazı genlerini kaybedip diğerlerinden tekrarlı parçalar alıyor. Ayrıca hücre içindeki parçalara ayrılmış olan diğer kromozomların DNA parçalarını da alıyor. Binlerce bölünme sonucu bu kromozomlar gitgide büyüyor.
Araştırmalarda fark edilen bir diğer nokta ise, bu dairesel canavarların bölünme sırasında kanserli hücre gelişiminde rol alan genleri özellikle bünyesinde topladığı olmuştur. Yani kanserli genleri spesifik olarak “seçmektedir”. Canavar kromozomların kanserli genleri almaları engellendiğinde hücrenin öldüğü gözlemlenmiştir. Bir noktadan sonra bu canavar kromozomlar dairesel olarak büyümeyi bırakıp, düz hale geliyor. Bunu yapmak için bir başka kromozomun telomerine tutunuyor.
Her ne kadar neokromozomlar bütün kanser tiplerindeki hücrelerde olmasa da, yapılan araştırmalar kanserli hücre gelişimi anlamak için önemliler. Kanserli hücrelerin kendi gelişimlerine yarayacak DNA parçalarını seçip istemediği parçaları almayışı bilgisi, kansere karşı verilen mücadelede büyük bir adım olabilir, bu gen parçalarının aktifliğini bozacak ilaçların yapımı gibi.
Hazırlayan: Selen Özkan | Bilim ve Gelecek
İTÜ Moleküler Biyoloji ve Genetik Blm
http://bilimfili.com/parcalanmis-dnalar-kanser-kromozomlari-olusturuyor/

PATOJENLER ARTIK DIRENÇ GELIŞMEKSIZIN YOK EDILECEK

Patojenlerin antibiyotiklere karşı direnç geliştirmesi onları her daim araştırmacıların bir adım önüne geçiriyor. Bu da toplum sağlığı açısından ciddi bir problemdir. Fakat Northeastern Üniversitesi’nden Prof. Kim Lewis ve ekibi tarafından yapılan bir araştırmada, patojenleri herhangi bir dirençle karşılaşmadan yok eden yeni bir antibiyotik keşfedildi. Bu alandaki mevcut bilimsel görüşlere meydan okuyan çalışma, aynı zamanda tüberküloz gibi kronik hastalıkların ve metisilin dirençli staphylococcusaureus (MRSA) enfeksiyonlarının tedavisinde büyük umut vaat ediyor. Şu anki tedavi protokolleri pek çok antibiyotiğin kombinasyonundan oluştuğu için yan etkiler açısından oldukça problemli. 7 Ocak’ta Nature dergisinde yayımlanan yeni çalışma, dünya genelinde manşetlerde yer bulurken, bilim dünyasından da büyük bir alkış aldı.
Northeastern’deki araştırmacıların kültür ortamında üretilemeyen bakteriler için yeni bir yöntem geliştirme amacıyla başladıkları çalışma, teiksobaktin denilen antibiyotiğin keşfedilmesine olanak sağladı. Çalışmanın başyazarı olan Prof. Lewis’in laboratuvarı, söz konusu antibiyotiğin patojen direnci yönünden değerlendirilmesinde önemli bir rol oynadı. Lewis’e göre ilk defa patojenlerin mutasyon sonucu direnç geliştiremedikleri bir antibiyotik üretilmiş oldu. Çalışmada Bonn Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nden Prof. Slava Epstein ve ekibi de yer aldı.
Prof. Lewis’e göre, toprak mikroorganizmalarıyla yapılan çalışmalar pek çok antibiyotiğin keşfinde rol oynadı. Fakat gerçek şu ki, bu mikroorganizmaların yalnızca yüzde 1’i laboratuvarda üretilebiliyor. Bu nedenle 1960’lı yıllar boyunca sınırlı kaynak üzerinden antibiyotik geliştirilebildi. Prof. Lewis ve Prof. Epstein bu problemi ortaya çıkarmak için yıllarca çalıştı ve yeni bir antibiyotik kaynağı olarak kültür ortamında üretilemeyen bakterilerden -ki bunlar doğadaki mikroorganizmaların yüzde 99’unu oluşturuyor- faydalandılar. Bunun için bakterileri kendi doğal ortamlarında yetiştirmeye yönelik orijinal bir yöntem üzerinde çalıştılar ve NovoBiotic’i kurdular. Prof. Epstein ve ekibi, iChip denilen minyatür bir cihaz geliştirerek tekhücreli mikroorganizmaların kendi doğal ortamlarında çoğalabilmesini ve bu şekilde daha iyi incelenebilmesini sağladı. NovoBiotic şu ana kadar laboratuvarda üretilemeyen bakteri türlerinden yaklaşık 50 bini üzerinde çalıştı ve teiksobaktinin de aralarında bulunduğu 25 yeni antibiyotik geliştirdi.
Teiksobaktin, söz konusu yöntemle rutin bir antimikrobik madde taraması yapıldığı sırada keşfedildi. Prof. Lewis daha sonra bu bileşimi direnç gelişimi açısından test etti ve mutant MRSA ya da Myco bacterium tuberculosis bakterisinin teiksobaktine herhangi bir direnç geliştirmediğini fark etti. Çünkü teiksobaktin, bakterilerdeki hücre duvarı sentezini birkaç farklı aşamada bloke ediyordu. “Bizi en çok etkileyen şey, doğanın direnç gelişiminden muaf bir bileşik üretmiş olmasıydı” diyor Prof. Lewis. “Bu, bakterilerin mutlaka direnç geliştireceği şeklinde alışageldiğimiz dogmaya da meydan okur nitelikte. Kim bilir, belki bu defa öyle olmayacak.”
McMaster Üniversitesi Biyokimya ve Biyomedikal Bilimler Bölümü’nden Prof. Gerard Wright bu araştırmada yer almamakla birlikte, Nature dergisinde söz konusu sonuçları değerlendirdiği makalesinde şunları belirtiyor: “Her ne kadar doğada teiksobaktine karşı değişik direnç mekanizmalarının olup olmadığını henüz kesin olarak bilmesek de, çalışma buna benzer değişik antibiyotiklerin geliştirilmesinde öncü olabilir. Araştırmacıların ortaya koyduğu sonuçlar innovasyon ve yaratıcılığın bir araya gelerek antibiyotik problemini çözebileceği yönünde umut veriyor.”
Araştırma ekibi ilerleyen zamanlarda teiksobaktini ilaç olarak geliştirmeyi düşünüyor.
2013’de Prof. Lewis yine Nature dergisinde yayımlanan başka bir çalışmasıyla MRSA bakterilerini yok etme konusunda çığır açan yeni bir yaklaşımdan bahsetmişti. Amerika’da “süperböcek” denilen MRSA bakterileri her yıl 1 milyon kişiyi enfekte ediyor. Prof. Lewis ve ekibi, keşfettikleri yöntemle uyku halinde bulunan hareketsiz ve inatçı bakteri hücrelerini öldürmeyi başarmıştı. Bu, kronik MRSA enfeksiyonlarının tedavisinde anahtar rol oynayan bir gelişmeydi. Prof. Lewis’e göre bu son araştırma, MRSA ve diğer kronik enfeksiyonların tedavisine yönelik çalışmaları daha da geliştirme yönünde yeni bir zemin sunuyor.
Enver Çiçek
Acıbadem Ünv. Tıp Fakültesi

18 Ocak 2015 Pazar

Virüsler

http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/poster/icerik/virus_poster.pdf

Antibiyotikler

http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/poster/icerik/antibiyotikler_poster.pdf

Evrenin Oluşumu ve Büyük Patlama


Hücre Nedir ve Hücre Çeşitleri Nelerdir ?


Hücre ve Canlılık


Hayvanların da Kişilikleri Var!

http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/zooloji/s524_8_9.pdf

Geleceği Şimdiden Görebilmek

http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/genetik/s-489-20.pdf

İnsanda Manyetik Alan Geni

http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/genetik/s524_5.pdf

İnsan Genomu Sanıldığından Daha Değişken

http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/genetik/s-470-17.pdf

17 Ocak 2015 Cumartesi

Gelecekte Bakteriler Enerji Üretebilir mi?

http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/biyoloji/s526_11.pdf

İklim Değişikliğinin Renkleri Belirlendi: Kırmızı ve Mavi


http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/biyoloji/s526_4.pdf

AT DIŞKISI MANTARINDA YENİ BİR ANTİBİYOTİK BULUNDU

AT GÜBRESİNDE BÜYÜYEN BİR MANTARIN BAKTERİ ÖLDÜREN BİR PROTEİNİ İÇERDİĞİ ANLAŞILDI.
Copsin adıyla bilinen maddenin günümüzde kullanılan antibiyotiklerle aynı etkiye sahip olduğu fakat biyokimyasal maddelerden farklı bir sınıfa ait olduğu sonucuna ulaşıldı. Günümüzde kullanılan antibiyotiklerin  genellikle protein yapıda olmayan organik bileşikler olmasına karşın, Copsin bir protein.
Araştırma ekibinden ETH Zürih’te Mantar Bilimi Profesörü olan Markus Aebi, bu maddenin, Latince ismi Coprinopsis cinerea olan kara başlıklı mantarlarda bulunduğunu keşfetti. Aebi ve çalışma arkadaşları mantarların ve çeşitli bakterilerin birbirlerinin gelişimini nasıl etkilediklerini anlamak için bazı araştırmalar yapıyorlardı.
Araştırmaları çerçevesinde laboratuvarlarına değişik tipte bakteri kolonilerinin yanı sıra mantar ekimi de yapıyorlardı. Gözlemleri sonucunda C. cinerea mantarının mevcut bakterileri öldürdüğünü farkettiler. Daha da ötesinde bu araştırma, Copsin üreten mantarların antibiyotik etkiye sahip oldukları sonucuna ulaştı.
Copsin, birçok organizmanın hastalıklara sebep olan mikroorganizmalarla savaşmak için ürettikleri küçük protein gruplarıdır. Aynı zamanda insan vücudu da enfeksiyonlara karşı kendini korumak için savunucu yapılar üretir. Deride ve mukus zarlarında bulunan yapılar bunlara örnektir.
Öte yandan bilimin ilginç yanlarından birisi bir kez daha gözler önüne seriliyor; Aebi araştırmalarının asıl amacının yeni bir madde keşfetmek üzerine olmadığını belirtiyor.
YENİ BİR İLAÇ MI?
Prof. Aebi Copsin’in bir gün antibiyotik ilaçlar için kullanılıp kullanılmayacağını zamanın göstereceğini söylerken, bu durumun asla kesin olmadığını ancak araştırılabileceğini de sözlerine ekledi.
Aebi’yi merak içerisinde bırakan asıl soru ise; “milyonlarca yıldır mantarların, bakterilere karşı kendilerini korumak için savunucu yapılar ya da diğer antibiyotik etkisine sahip maddeleri nasıl kullandıklarıydı?” Nasıl oluyor da yaklaşık 70 yıldır insanlar birçoğunun işe dahi yaramadığı antibiyotikleri kullanmasına rağmen mantarlar da bu durum işe yarıyordu?
BAKTERİLERİ NASIL ÖLDÜRÜYOR?
Makalenin yazarlarından ve Aebi’nin grubunda Postdoc (doktorasını tamamlamış) olarak çalışan Andreas Essig; Copsin’in istisna olarak kararlı bir protein olduğunu söylüyor.
Copsin'in 3 Boyutlu Yapısı
COPSİN’İN 3 BOYUTLU YAPISI
Proteinler genellikle yüksek sıcaklıklardan ve protein bozucu enzimlerden kolaylıkla etkilenen yapılardır. Copsin ise bir istisna olarak,  saatlerce 100 santigrat derece sıcaklığa kadar ısıtılmasına ve protein bozucu enzimler kullanılmasına rağmen kararlı yapısını korumuş.  Araştırmacılar bu durumun, Copsin’in üç boyutlu ve oldukça güçlü olan yapısından kaynaklandığını düşünüyorlar.
Araştırmacılar aynı zamanda Copsin’i keşfederken onun kullandığı atak mekanizmasının nasıl olduğunu da ortaya çıkardılar. Copsinin, bakterilerin hücre duvarlarındaki yapıda bulunan “lipid II” denilen bir yağ yapısını bozduğunu gözlemlendi. Essig; hücre duvarını inşa etmek bir bakterinin en zayıf noktasıdır, eğer Copsin, bakterinin hücre duvarlarında bulunan lipid II denilen yapıyı bozarsa yeni duvar inşa edemeyen bakteri ölüyor dedi.
Bir antibiyotik olarak kullanılabileceğine ek olarak, Copsin; gıda sanayisinde de koruyucu bir yapı olarak kullanılabilir. Pastörize edilmemiş sütlerde ve kurutulmuş etlerde bolca bulunan ve gıda zehirlenmelerinde başlıca sebeplerden olan birçok patojene karşı Copsin’in bu antibiyotik özelliğinden faydalanılabilir.
Bonn Üniversitesi’ndeki araştırmacıların birlikte yaptığı çalışma Journal of Biological Chemistry ‘de yayınlandı.

GLUTEN NEDİR?

Çoğumuzun kendi kişisel kararıyla ya da bazılarımızın doktor tavsiyesiyle tüketmeye başladığı glutensiz gıdalar, acaba gerçekten glutensiz oldukları için faydalılar mı? Gluten nedir? Varsa faydaları ve zararları nelerdir ? Gluten metabolizmamız için gerekli mi? Yoksa glutensiz gıdalar; tüketim biçimlerinin içinde kendine bir yer edinmiş iyi pazarlanan ürünler midir?
Öncelikle son sorudan başlayalım, elbette tüketimin bir parçası olarak glutensiz gıdalar, sağlık marketlerinde, aktarlarda, büyük market reyonlarında, organik pazarlarda yerini almış durumda ancak yüksek fiyatlarıyla birlikte koca bir marketi dolduracak miktarda glutensiz ürün yoktur. Çoğu markette de yalnızca bir kaç raf ya da özel ayrılış ufak bir bölme görürsünüz. Demek ki, satışının öncelikle ihtiyaçtan doğduğunu kabul etmek gerekiyor..
Peki gerçekte gluten nedir? Potansiyel zaraları ve varsa faydaları nelerdir? Gluten yapısını anlamak için öncelikle gluten’in yapısında bulunan Glutenin ve Gliadin proteinlerini tanımak gerekir. Glutenin, buğday unundaki protein miktarının %47’sini oluşturan bir proteindir temel olarak HMW ve LMW parçalarından oluşur. Moleküller arası disülfit bağları ve hidrofobik bağlarla stabilize olmuş durumdadır. İki parçadan oluşan dimerik bir protein olan glutenin’den farklı olarak gliadin, monomeriktir, tek parçadan oluşur; alfa, beta, gama ve omega gliadin olarak bilinen 4 gruba ayrılır. Buğday hamurunun kalitesinin belirlenmesinde,bu iki proteinin kompozisyonunun oranı çok önemli bir yer tutuyor. (1) Reolojik indeks için ise HMW glutenin molekülü, LMW glutenin ve ekmeğin kabarmasını sağlayan gliadin’lerden çok daha belirleyici. (2)  Vücut gliadinlere karşı  intolerans gösterdiğinde ise celiac disease olarak bilinen çölyak hastalığına sebebiyet vermektedir.
glutenin-gliadin-bilimfili-
GLİADİN VE GLUTENİN MAKROMOLEKÜLLERİNDEN OLUŞMUŞ OLAN GLUTEN -TEMSİLİ-
Glutene duyarlı enteropati  gösteren insanlarda alfa, beta, gama gliadinler, çölyak hastalığına sebebiyet verirler. (3) Çölyak hastalığı ise yine insandaki laktoz intoleransına benzer bir enteropatik rahatsızlıktır. Gliadin moleküllerinin aminoasit içeriğinden kaynaklanan hastalık, belirtileri hemen ortaya çıkmadığı için ilerleyen gelişen etkileri artan bir sorun haline gelir. Uzun süreli hazımsızlık, ateş, ishal, kusma, sivilcelenme, sindirim sistemi rahatsızlıkları ve aşırı gerginlik ,sinir şeklinde belirtilerle kendini gösterir. (4) Nüfusun yaklaşık %80 ‘i potansiyel olarak bu rahatsızlığı taşır. Uzun vadede hastalık, osteoporoz, kemiklerde yumuşama, hatta kansere bile sebebiyet verebilir.
Bunlarla birlikte, bir besin yanlızca glutensiz olduğu için sağlıklı sayılmamalıdır. Glutensiz yiyecek ve içecekler , ekstra yağ ve şeker içerebilmekte, bu da başka hastalık ve rahatsızlıklara sebebiyet verebilmektedir. Yine de glutensiz beslenmek metabolizmayı rahatlatacağından, sindirim kolaylığı ve buna bağlı olarak intoleratif durumların ortaya çıkmamasını sağlamaktadır.
Bugün , bazı unlardan çıkarıldıktan sonra ekmeklere eklenen gluten, daha zor bozulan, rahat çiğnenebilir ekmek yapımında, etlerin protein yoğunluğunu artırmak için fabrikasyon et üretiminde sıkça kullanılmaktadır.

ÇAPAK NASIL OLUŞUR?

Latince rheuma (tr. akan) anlamına gelen kelimeden türeyen rheum, hayvanlarda uyku süresince göz, burun veya ağızdan akabilen su bazlı akışkan bir mukustur. Göz veya burun kenarında kuruyarak kalan bu birikintilere ise ‘çapak’ diyoruz.
Bizler uyanıkken gözümüzde sürekli olarak rheum oluşur ancak çapak oluşmadan, nazolakrimal bez tarafından üretilen gözyaşı salgısıyla sürekli olarak yıkanır ve temizlenir. Uyku sırasında göz açıp kapama olmadığı için rheum temizlenemez ve gözün kenarından akarak kuru rheum (çapak) oluşturur.
ÇAPAĞIN YAPISI
Protein_MUC1_PDB_2acm
FIGÜR-1: MOLEKÜLER BAĞLARI VE FLÜORESAN MIKROSKOBU GÖRÜNTÜLERI IŞIĞINDA YAPILMIŞ, BIREBIR MUCIN PROTEINI ILLÜSTRASYONU
Yapısında ise göz korneasının üzerinden gelen mukus – mucin (musin) proteinlerinin yoğunlukta bulunduğu bir sıvı – , kan hücreleri ve deri hücreleri bulunmaktadır. Çapak yapısını oluşturan temel etken mucin protein ailesidir. Yüksek oranda sistein aminoasidi barındıran, glikozile (yapısında basit şeker molekülleri bulunan), aynı zamanda moleküler ağırlıkları çok fazla olan mucin (bkz. figür 1) proteinleri bu sayede birbirleriyle disülfit bağları oluşturabilirler ve jelimsi yapılar meydana getirirler. MUC1, geni tarafından sentezlenen bu protein, deri hücrelerinde çokça bulunmaktadır ve aynı zamanda bu hücrelerin birbirlerine tutunmasını da sağlamaktadır.
conjunctivitis-bacterial
FIGÜR-2: GÖZDE PUS OLUŞUMU
Bazı alerjik durumlarda daha fazla üretilebilen rheum, belli hastalıkların teşhisinde de doktorlar için yol gösterici olmaktadır. Örneğin pus denilen sarı rheum iltihap, mikrop kapma veya ateşli hastalık belirtisi sayılmaktadır. (bkz. figür 2)
Aşırı üretimi ise göz kuruluğuna, göz kapaklarının kuruyup birbirine yapışarak açılmamasına, hatta yanağa doğru akan (epiphora) rheum sebebiyle deri hücrelerinin tahrip olmasına sebep olabilmektedir.

KÖK HÜCREDEN YUMURTA VE SPERM ÜRETILDI

Cambridge Üniversitesi’ndeki biliminsanları insan embriyonal kök hücrelerinden eşey ana hücrelerini üretmeyi başardı. Weizmann Enstitüsü ile yürütülen çalışmada, ilk defa insan kök hücresi kullanılarak insan eşey ana hücreleri üretildi. Bu çalışma daha önce fare kök hücreleri kullanılarak yapılıp olumlu sonuç alınmıştı.
Yumurta, sperm tarafından döllendikten yaklaşık 5 gün sonra blastosit adı verilen hücre yumağına dönüşür. Gelişimin ilerleyen evrelerinde ise blastosit iç ve dış hücre kümelerine dönüşür. Oluşan dış hücre kümesi plasentaya dönüşecekken iç hücre kümesi de fetusu yani doğacak bireyi oluşturacak olan kök hücrelere dönüşecektir. Bu kök hücreler ilerleyen zamanlarda fetusta bulunma yerlerine göre özelleşecek olup, dokuları ve organları oluşturacaktır. Bu hücrelerin küçük bir kısmı eşey ana hücrelerine dönüşecektir. Genetik materyal, buradan üretilen spermler ve yumurtalar sayesinde gelecek nesillere aktarılır.
GÖRSEL AÇIKLAMA: YEŞIL RENGE BOYANMIŞ SOX17 GENI AKTIF OLAN HÜCRELERIN GÖRÜLMEYE BAŞLADIĞI ANDA BIR EMBRIYOID. İŞARETLI HÜCRELER EŞEY ANA HÜCRELERINI OLUŞTURACAK.
Çalışmanın başyazarı Dr. Naoko Irie konuyla ilgili şunları söyledi: “Memeli gelişiminin en erken aşamalarından biri eşey ana hücrelerinin oluşumudur. Bu yöntemi daha önce fare ve sıçanlarda kullanıp başarıya ulaşmıştık, ama şu ana kadar çok az sistematik çalışmada insan hücreleri kullanıldı. Bu çalışma ile insan ve fare embriyonal gelişmeleri arasında önemli farklılıklar olduğunu gözlemledik ve dolayısıyla farelerde alınan sonuçların insanlarda doğrudan kullanılmaması gerektiğini öğrendik.”
Çalışmanın öncüsü Prof. Surani ve arkadaşları, SOX17 adlı genin insanlarda kök hücrelerin eşey ana hücrelerine dönüşmesinde kritik rol oynadığını buldu. Bu bulgu aslında büyük bir sürpriz niteliği taşıyordu, çünkü bu genin farelerdeki dengi bu işlevde görev almamakta. Farelerin ve insanların gelişiminde kilit farklılıklar olduğu da görüldü. SOX17 geninin kök hücreleri, iç organları oluşturacak olan endoderm hücrelerine dönüştürdüğü biliniyordu, ama ilk defa eşey ana hücresi oluşumunda rol aldığı gözlendi.
Grup ayrıca vücut hücrelerini geri programlayarak eşey ana hücreleri oluşturulabileceğini ve bu bulgunun insan üreme sistemi, kısırlık ve eşey hücreleri tümörleri konusunda çalışmalarda kullanılabileceğini gösterdi. Çalışmanın ışık tutabileceği noktalardan birisi ise epigenetik miras süreci. Biliminsanları bir süredir çevremizin ve yaşantımızın (sigara içmek, beslenme alışkanlıkları vs.) genlerimizin aktiflik seviyesini metilasyon sayesinde arttırıp azaltabileceğini bilmekte. Metilasyon DNA’ya molekül bağlanması sonucu, genin aktiflik seviyesinin artıp azalması durumudur ve bu metilasyon kalıpları bir sonraki nesle aktarılabilir. Prof. Surani bu çalışmada eşey ana hücresi oluşumunda metilasyon kalıplarını silen bir mekanizmanın olduğunu, ama metilasyon kalıplarının bir kısmının yine de aktarilabileceğini ve bu aktarımın sebebinin bilinmediğini de söyledi.
“Eşey hücreleri, jenerasyonlar arasında sağlam bağlantılar oluşturduğu ve genetik materyali nesilden nesle aktardığı için pratikte ebedidir. Epigenetik mutasyonların sonraki nesle geçerken çoğunun silinmesi o türün soy ağacında yenilenme sağlamakta ve sonsuz nesiller verebilmesini sağlamakta. Bu mekanizmalar da genellikle yaş ile alakalı hastalıkların anlaşılmasında kullanılmakta çünkü bu hastalıkların epigenetik mutasyonların birikimi ile oluştuğunu düşünüyoruz.”
Çeviren: Nazif Taşbaş | Bilim ve Gelecek
İTÜ Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü

15 Ocak 2015 Perşembe

KERTENKELE PENISLERI ÇOK DAHA HIZLI EVRIMLEŞIYOR

Yeni bir çalışma bazı kertenkelelerde, penisin diğer niteliklere kıyasla 6 kat gibi inanılmaz bir hızda evrimleştiğini ortaya koydu.
Dişi bireyin içindeki yumurtaları dölleyebilmek işi biraz hüner isteyen bir iştir. Erkek cinsel organları oldukça yakın akraba türleri arasında bile farklı şekillerde ve boyutlarda olabiliyor. Karayip kertenkelelerinde görülen bu durum penisin daha hızlı evrimleştiğini ortaya koyuyor.
Anolis çene kanadıHarvard Üniversitesi’nden Julia Klaczko ve arkadaşları 25 Anolis kertenkelesi inceleyerek penis şekillerini ve bacak uzunluğu ile çenelerindeki “kanat” boyu gibi iki cinsel olmayan niteliği karşılaştırdılar.
Hemipenes olarak bilinen cinsel organlar oldukça farklı şekillerde olabiliyorlar, fakat Klaczko’nun ekibi uzunluk, genişlik ve lob boyutuna odaklandılar. Araştırmacılar bu değişimlerin Anolis soyağacında  nasıl bir hıza sahip olduğu üzerine incelemelerde bulundular.
Ve sonuçlar oldukça şaşırtıcıydı; Anoliscinsel organları diğer niteliklerden 6 kat daha hızlı evrimleşiyormuş.
Elde edilen bu olağandışı sonucu Michigan Üniversitesi’nden Kirsten Nicholson şöyle yorumladı;
“Cinsel organların daha hızlı evrimleştiği düşüncesi uzun süredir akıllardaydı. Fakat şimdi bu düşünceyi pekiştiren bir bulguya da sahibiz.”
Bu hızlı evrimleşme; dişi bireyin erkek bireyin cinsel organına dair seçici davranmasıyla (daha uygun ya da cinsel anlamda daha uyarıcı tercihi) açıklanabilir.
Frankfurt Ulusal Tarih Müzesi ve Senckenberg Araştırma Enstitüsü’nden Gunther Köhler: “Nerede incelenirse incelensin, dişi Anolis’in cinsel organlarının onlara karşılık gelen penislere uygun bir şekle sahipler” diyor. Böylelikle dişi cinsel organınında aynı şekilde hızlı evrimleştiğini söylemek mümkün.

AMINOASITLER DNA/RNA’YA GEREK DUYMAKSIZIN PROTEIN OLUŞTURABILIYOR

Hücredeki en önemli mekanizma protein oluşumudur. Şimdiye kadarki bilgimiz, proteinlerin hepsinin DNA’dan aldıkları bilgiyle oluştukları üzerineydi. Fakat yeni basılmış olan bir araştırma, ders kitaplarına meydan okuyor ve bu mekanizmaya yeni roller ekliyor. Anlaşılan o ki, bazı proteinler diğer proteinleri oluşturabiliyor.
Proteinler hücre içinde bulunan ribozomlarda aminoasitlerin bir araya gelmesiyle oluşur. Normalde, bağışıklık proteininden kasların kasılmasını sağlayan proteinlere, her proteinin taslağı DNA’da kodlanmış bulunur ve buradan DNA’daki bilgi mesajcı RNA’lar (mRNA) tarafından ribozomlara taşınır. Ribozomlarda, bu proteini oluşturmak için gerekli olan genetik bilginin taşıyıcı RNA (tRNA) yardımıyla çevirisi yapılır.
Fakat yapılan araştırma ortaya bambaşka bir protein oluşumu mekanizması koyuyor. Yukarıda yer alan resimdeki sarı bölge Pqc2 proteinini temsil ediyor. Bu protein aslında mesajcı RNA’nın yapması gereken görevi yapıyor. Pqc2 proteini transfer RNA’ya (resimde mavi ve yeşil ile temsil edilen) bağlanıyor ve ribozoma (beyaz kıvrımlı olan yapı) rasgele aminoasit sıralamasını protein dizisine eklemesini söylüyor.
San Francisco Kaliforniya Üniversitesi’nden Doç. Dr. Adam Frost araştırma hakkındaki yorumunda, “Bu durumda, normalde mRNA’nın yapması gereken görevi yapan bir protein görüyoruz. Bu keşfe bayıldım, çünkü proteinlerin yapabileceklerini düşündüğümüz şeylerin sınırını bulanıklaştırıyor” diyor.
Bu durum protein hilesi olaylarından biri değil. Protein sentezinde herhangi bir hata olduğunda gerçekleşen geridönüşüm sürecinin bir parçasıymış gibi görünüyor. Ribozomlar hata gerçekleştiğinde, zaman kazanmaya çalışır ve Rqc2’nin de dahil olduğu kalite kontrol grubu proteinlerini çağırırlar. Bu süreci izleyen araştırmacılar, Rqc2’nin nasıl transfer RNA’ya bağlandığını ve rasgele iki aminoasitten oluşan dizilimi nasıl zincire eklediğini gördüler.
Rqc2’nin istisnai davranışının vücudu hatalı proteinlerden kurtarmanın tamamlayıcı parçası olduğuna inanılıyor. Bu olay belki de proteinin yok edilmesi amacı ile işaretlenmesi ya da rasgele olan aminoasit dizisi ribozomun doğru çalışıp çalışmadığını anlamak için bir test. Alzheimer ve Huntington hastalıklarına sahip olan kişiler, gerekli olan proteinler için yetersiz kalite kontrole sahipler. Rqc2’nin tam olarak hangi koşullar altında tetiklendiğini ya da tetiklenmenin nerede başarısız olduğunu anlamak araştırmanın bir sonraki adımını oluşturmakta. Bu nörodejeneratif hastalıklar için yeni tedavi bulmada çok önemli adımlardan biri olabilir.
Hazırlayan: Ayşegül Turupçu | Bilim ve Gelecek
Koç Ünv. Kimya ve Biyoloji Mühendisliği YL
Kaynaklar:
– http://www.wired.com/2015/01/grawk-proteins-making-proteins/
– http://phys.org/news/2015-01-defying-textbook-science-role-proteins.html

14 Ocak 2015 Çarşamba

Bir Öğretmen Olarak ‘Ölü Ozanlar Derneği’nden Ne Öğrendim?

Herkes onu en sevdiği haliyle hatırlıyor. Mork, Bayan Doubtfire, Peter Pan ya da Genie… Ama benim için Robin Williams her zaman Bay Keating olarak kalacak.
Ölü Ozanlar Derneği’ni ilk kez lisedeyken seyrettim. Filmin, gençlik idealizmini ve romantizmini kucaklaması bir ergen olarak beni büyülemişti. Yıllar sonra, oldukça istekli bir öğretmen olarak öğrencilerimin beni “Kaptan!” diye çağırdığını, ilham veren ve cesur öğretmenliğimin mükemmel bir takdiri olarak sıralarının üzerine çıktıklarını hayal ederdim.
Okulda yenilikçi ve etkili öğretme yöntemleriyle ilgili pek çok şey öğrenmiş olmama rağmen bana göre kaliteli öğretme asıl olarak manevi değerlerde yatıyordu. Nasıl öğreteceğini öğrenmek ile nasıl öğretmen olacağınıöğrenmek arasında bir fark var. Ve Bay Keating’e hayat veren Robin Williams bize bir öğretmen olmak hakkında çok şey öğretti.
1. Aslolan İlişkilerdir.
Eğer öğrencilerle ilgilenmezseniz, onlar da sizin ne bildiğinizle ilgilenmezler. Bay Keating’in öğrencileri onu seviyordu, çünkü onlara ilgi gösteriyordu. Başarılarından mutlu oluyordu. Onlarla birlikte gülüyordu. Onları gerçekten görüyordu. Bu hemen hemen öğretmenlik yaptığımız her çocuğun istediği şeydir: Görülmek ve fark edilmek.
Eğitimle ilgili aldığım derslerimde, öğrencilerle ilişki kurma konusunda “fazla arkadaşça” olma ya da özeleştirel mizahı ve ironiyi kullanma konusunda uyarıldığımı hatırlıyorum. “Daha sonra nasılsa yumuşarsın, o yüzden katı ve otoriter bir başlangıç yap.” Birinci günde ders kitaplarını yırtmak yok diyerek içimi çektim.
Tavsiyelerini içselleştirdim ve gerçekten de öğretmenliğimin ilk birkaç yılında oldukça ciddi bir yaklaşımı benimsedim. Zil çaldığı andan itibaren ders başladı: Gevezelik yok, sadece ders!Sınıfta komik bir şey mi oldu?Önemli değil, devam edin, çünkü bunun için zamanımız yok ve antik Yunan hakkında konuşmamız gereken çok önemli şeyler var! Bir öğretmen değerlendirme sitesinde yer alan ilk dönem değerlendirmelerimden birinde benden “ruhsuz ve gergin” diye bahsediliyordu. Gergini kabullenebilirim ama ruhsuz? Bu çok fazlaydı.
Kimse ruhsuz bir öğretmen istemez. Ölü Ozanlar Derneği,bana sınıfın değerli zamanının bir kısmını, çocuklarla, onların hayatları ve ilgileri üzerine konuşmaya ayırmanın iyi bir şey olduğunu öğretmişti. Keşke bunu çok daha erken hayata geçirebilseydim.
2. Aslolan Tutkudur.
En sevdiğiniz öğretmeni düşünün. Onlarla ilgili en çok göze çarpan şey neydi? Tahminime göre , çoğumuz için bu şey tutkuydu. Kendi alanlarına ve öğretmeye duydukları tutku… Bay Keating şiiri severdi, “dilimizden bal gibi damlayan” kelimeleri dinlemeyi severdi. Ben de tarihe karşı tutku duyuyorum. Öğrettiğim konuları ve hikayeleri seviyorum. Öğrencilerimden duymayı en çok sevdiğim yorum ise daha önce tarihi hiç sevmemelerine rağmen benim konuyu onlar için ilginç hale getiriyor olmam. Benim tarihi sevmemi seviyorlar.
Eğitmen Parker Palmer‘a göre öğrencileri tarafından en sevilen öğretmen olarak seçilen öğretmenler kullandıkları teknik anlamında çok fazla çeşitlilik gösterirler. Paylaştıkları ortak nokta ise anda olmaları ve tutkularıdır. “‘Bay A. ders verirken gerçekten orada oluyor” diyor bir öğrenci ya da “Bay B.’nin konu hakkında müthiş bir coşkusu var” ya da “Bunun gerçekten Prof. C.’nin hayatı olduğu anlayabilirisiniz.”
3. Aslolan Kendiniz Olmanızdır.
Öğretmenliğimin ilk yıllarında “Ölü Ozanlar Derneği laneti” dediğim şeyden muzdariptim. Her şey ne kadar da kolay görünüyordu! Tamam, bir sıranın üzerine çıkacağım, bana Kaptan demelerini söyleyeceğim, bahçede klasik müzik eşliğinde topa vurmalarını sağlayacağım ve bu öğretmenlik denen şeye gününü göstereceğim! Eh, ben bunu başaramadım. Bu ben değilim çünkü.
Belki de benim Sakıncalı Düşünceler‘deki Michelle Pfeiffer olmaya ihtiyacım vardı. Pekala, deri bir ceketle sınıfa gireceğim, birkaç muhteşem karate hareketi yapacağımı, şekerler dağıtacağım ve rap şarkı sözleri ile çocuklara şiir öğreteceğim ve çok başarılı olacağım! Bu da ben değilim maalesef.
Sonuç olarak öğretmenlik önce kendiniz olmanızla ve kendi sesinizi bulmanızla ilgili bir şey. Bir filmdeki öğretmen gibi olmaya çalışmayın. Sadece kendiniz olun. Kendi çizginizi ve kişisel stilinizi bulmanız biraz zaman alabilir. Ama sonuç olara Parker Palmer’ın dediği gibi “kimsek, onu öğretiriz”.
4. Aslolan Yaşam Becerilerini de Öğretmektir.
Eğitim mutlaka bizi daha varlıklı ve zengin yapmak zorunda değil, en önemlisi bizi “daha iyi” yapması. Bay Keating öğrencilerine İngilizce öğretti. Ama onlara aynı zamanda kendilerini düşünmeyi, birbirilerini desteklemeyi ve cesaretlendirmeyi, yeni fikirlerden heyecan duymayı ve Thoreau’nun ağıtındaki gibi “sessiz çaresizliğin hayatlarını” yaşamamayı da öğretti.
Bugün sınavlar, standartlar ve başarı üzerine yaptığımız onca konuşmanın arasında, çocukların başarı için ihtiyaç duyduğu “daha yumuşak” yaşam becerilerini gözden kaçırıyoruz. Bunlar duygularını anlamalarına yardımcı olan, sağlıklı ilişkiler kurmalarını sağlayan, sevgiye layık ve eyleme geçebilir hissetmelerini sağlayan beceriler. Bu beceriler ve bu zihniyet, sağlıklı yaşamanın ve büyümenin temelini oluşturur.
Eğer genç insanlara bu becerileri, özellikle iç deneyimleri ile uyumlu olmalarını, kendilerine ve diğerlerine duyarlılıkla yaklaşmalarını öğretebilirsek dünyayı dönüştürebileceğimize tüm kalbimle inanıyorum.
5. Aslolan Çocuklardır.
Harika öğretmenler üzerine yapılmış filmlerin çoğu, şanssız hayat ve aile geçmişleri olan öğrencilerin olduğu fakir semtin okulundaki kahraman bir öğretmen üzerine kuruludur. Bazen varlıklı semtlerdeki ya da Welton Academy gibi hayali zengin özel okullardaki öğrencilerin gerçek problemleri olmadığını düşünürüz. Ancak çocuklar her yerde akademik baskı, akran baskısı ve kendi paylarına düşen travma ve acılarla yüzleşmek zorunda kalırlar. Ve hepsi benzer şeyler yaşarlar.
Bu, öğretmenliğin beni en çok dehşete düşüren tarafıdır. Çocuklar benzer şeyler yaşıyor gibi görünse de Bay Keating’in dediği gibi hepsine de “içlerindeki her şey değersiz ve utanç verici gibi gelir”.
Robin Williams bizi güldürdü ve neşe saçtı, ama yanı zamanda karanlıkla da savaştı. Öğrencilerimizin kaç tanesi sessiz bir şekilde kendi içindeki şeytanlarla mücadele ediyor acaba? Umarım Robin Williams’ın ölümünün ardından başlayan depresyon ve zihinsel rahatsızlık ile ilgili açık tartışmalar, bu kişilerin ihtiyaç duydukları yardımı aramaları için daha güvenli bir ortam yaratılmasını sağlar.
Öğretmen olarak yaptığımız en önemli işin, öğrencilerin anlamlı ilişkiler kurabildikleri duyarlı bir topluluk yaratmak olduğunu asla unutmayalım. Bay Williams sınıflarımızda yaşıyor olabilir.

Her Yaştan Öğrenciyi Nasıl Motive Edebilirsiniz?

Gelişimi ölçmenin bir yolu olarak notları kullanan bir okul sisteminde, öğretmenler öğrenmenin içsel faydalarını öğrencilerine nasıl aktarabilir?
Swarthmore Üniversitesi psikoloji profesörü Barry Schwartz, yan komşusu olan küçük bir kızın, okuldaki öğretmeni değiştikten sonra nasıl birden bire kendini kitap okumaya verdiğini anlatırken bir taraftan gülüyor. Gülüyor çünkü, okudukları her kitap için çocuklar bir puan kazanıyor ve daha sonra biriktirdikleri puanlardan ödül alıyorlar. Bu uygulamadan sonra küçük kız, artık bir kitabı bir saatte okumaya başlıyor. Küçük bir de aldatmaca yapıyor: Okuyacağı kitapları sayfa sayılarına ve kitabın boyutuna göre seçiyor. “Ve okuduğu hiçbir kitap hakkında size herhangi bir şey anlatamıyor” diyor Schwartz.
Schwartz bu ödüllü okuma yönteminin hikayesini, bir konferans sırasında Yale Üniversitesi profesörlerinden Amy Wrzesniewski ile birlikte gerçekleştirdikleri motivasyon araştırması‘nı sunarken anlattı. Araştırmacılar, West Point’teki Amerikan Harp Okulu’ndaki 10,000′den fazla harp okulu öğrencisi üzerinde gerçekleştirdikleri bu uzun süreli araştırmada, içsel ödüllerle motive olan öğrencilerle, “maddesel” ya da dışsal ödüllerle motive olan öğrencilerin göreceli başarıları saptanıyor.
Araştırmacılar şu varsayımla yola çıkıyorlar: Subayların, eğitime verdikleri beş yılın ötesine geçerek orduda daha fazla kalma ve yetkili subay olma isteklerinden yola çıkarak yapılan gözlemlere göre dışsal ve içsel motivasyonların birleşimi, en yüksek başarıya götürür. Ancak araştırmanın sonucunda, içsel motivasyonu en çok dile getiren öğrencilerin, her iki motivasyon türünü gösterenlerden daha başarılı oldukları ortaya çıkıyor. Başka bir deyişle, West Point’e başvurmak isteyenler kısmen içsel güdülerle bunu yaparken – iyi bir subay olma arzusu gibi -, bu hedeflerini yakalama konusunda dışsal ödüllerle motive olanlardan – mezuniyetten sonra iyi bir iş bulma gibi – daha başarılı oluyorlar.
“Motivasyon ve ödüller arasındaki aynı incelikli etkileşim, konu eğitim ya da öğrenme olduğunda da yine devreye giriyor” diye açıklıyor Schwartz ve Wrzesniewski. Pek çok okulun yaptığı gibi öğrencilerin okul ödevlerini yapmalarını sağlamak için onları ödüllendirmek – ödüllerle, yiyeceklerle ve hatta notlarla – bir çocuğun kendi iyiliği için öğrenme isteğini öldürmek gibi istenmeyen etki yaratabiliyor. Derinlerdeki ilgi alanlarını keşfederek ve farklı konular ve problemler konusunda uzmanlaşarak oluşan içsel ödüller, bir şeyi anlamak yerine notlara odaklanan bir ödül sistemi yüzünden yok olabiliyor. Bu aynı zamanda öğretmenler için neyin önemli olduğunu da gösteriyor.
“Çocukların burnunun ucunda Burger King’i sallayıp durursanız, onlara nasıl bir sonucun önemli olduğunu ve dikkatini vermeyi neyin motive ettiğini söylüyor olursunuz” diyor Schwartz. “Ve eğitimi mahvedersiniz.”
İlkokulda
Gelişimi ölçmenin bir yolu olarak notları kullanan bir okul sisteminde, öğretmenler öğrenmenin içsel faydalarını öğrencilerine nasıl aktarabilir?
“Her öğretmen bütün sınıfın içsel olarak motive olabilmesini arzu eder” diyor emekli öğretmen Kathy Branchflower. Branchflower’a göre çoğunlukla küçük başarılar için ödüle ve övgüye gösterdiğimiz kültürel eğilim, çocuklarda içsel motivasyonun düşmesine katkı sağlıyor.
“İçsel motivasyonun azalmasındaki diğer bir suçlu ise çocukların gereğinden fazla planlanmış hayatları” diye ekliyor Branchflower. “Çünkü yetişkinler onlar adına kararlar verdiğinde çocuklar özgüvenlerini ve motivasyonlarını kaybediyorlar. Bunları geri getirmek için öğrencilerimin kendi öğrenmelerinden sorumlu olmalarına izin veriyorum. Eğitimlerine sadece rehberlik ediyorum. Benim işim onların bağımsız küçük öğrenciler olmaları için güçlenmelerine yardım etmek.”
Pratik olarak bu, çocuklar kendi başlarına bulabilecekken, öğretmenlerin sorulara kısa cevaplar vermeyi bırakması anlamına geliyor. Çocuklara ayrıca sınıf düzeninde mümkün olduğu kadar seçenek veriliyor. “Öğrencilerime şöyle diyorum: ‘Burası sizin sınıfınız, o yüzden burayı sizin işinize en çok yarayacak şekilde düzenleyelim.’”
Branchflower öğrencilerinden çok şey bekliyor, ancak ortaya çıkan sonuçlar yerine çabalarını övüyor ve dersleri eğlenceli hale getirmek için çabalıyor. OnlaraOregon Yolu’nu öğretirken, örneğin herkese o zamanlara uygun yeni isimler ve yaşlar veriyor. Böylece çocuklar kendilerini bağımsız gözlemcilerden çok tarihteki karakterler gibi hissediyorlar. Başka bir etkinlikte de sınıfı iki gruba ayırıyor, her birine bir kutu Lego veriyor ve her grubu en yüksek kuleyi yapmaları için cesaretlendiriyor. Takımlarındaki kimseye başka bir şey söylemiyor.
“Eğlenceli hale getirirseniz, bilgiyi almaya daha meyilli oluyorlar. Ayrıca bu, merak duygusu geliştirmelerine de yardımcı oluyor” diyor Branchflower.
Ortaokul ve Ötesi
Yedinci sınıf İngilizce öğretmeni olan Randy Wallock da öğrencilerini kendi iyilikleri için öğrenme konusunda cesaretlendirmek için benzer yaklaşımları kullanıyor: Kendi hızlarında ders çalışma konusunda seçim, özerklik ve özgürlüğe sahipler. Wallock aynı zamanda sınıfta “öğrenmeyi cesaretlendirmek için küçük kültürler” adını verdiği bir şey oluşturmaya çalışıyor. Wallock’a göre ergenler sosyal beklentilere karşı çok duyarlılar. Merakın ‘havalı’ olduğu ortamlar daha fazla öz-displinli öğrenmeyi davet ediyor.
Son 22 yıldır cebir, trigonometri, çarpım tablosu ve geometri öğreten Cary Mallon, matematik problemlerini çözmek için içsel bir istek duymanın zor olduğunu söylüyor. “Konu matematik olduğunda dersten nefret eden çok fazla öğrenci var” diyor Mallon. “Daha küçük öğrenciler içsel olarak daha fazla motive olurken, pek çok büyük çocuk ödevlerini not için tamamlıyor ve bir problemi çözmek için sadece tek bir yolu anlamaya meyilli oluyorlar” diye anlatıyor Mallon.
“Eğitim sistemimiz pek çok yönden çocukları bu şekilde eğitiyor” diyor Mallon. Küçük ayrıntılara ve soyut denklemlere odaklanan bir müfredattan – Stanford Üniversitesi matematik eğitimi profesörü Jo Boaler “okul matematiği” dediği şeyden – uzaklaşarak, pratik problem çözmeye ve mantıksal akıl yürütmeye odaklanan bir müfredata geçmenin daha fazla çocuğa matematik çalışmak ve konudan zevk almak konusunda ilham vereceğinden oldukça umutlu.
Öğrenciler klasik ergen şikayetleriyle çıkageldiğinde – “Gerçek hayatta bu denklemi ne zaman kullanacağım acaba?” – Boaler onlara matematiği anlamanın çok yönlü bir insan olmanın bir parçası olduğunu anlatıyor. Tıpkı bir gün öğrendikleri derin bir şiirin yaşamı nasıl takdir ettiklerini anlatması gibi…
Schwartz’a göre sırtlarından sıvazlanmayı ve ödevleri karşılığında notlarının iyileştirilmesini bekleyerek büyüyen üniversite çağına gelen çocuklarda, öğrenme heyecanının oluşması çok zorlu oluyor. “Eğer çocuklar henüz çok küçükken yanlış bir başlangıç yaparsanız – örneğin yemekle ödüllendirmek gibi – o zaman çocukların içsel motivasyonları yok olur” diyor Schwartz. Yine de hem kendisi hem de Wrzesniewski, düşünceli ve özenli bir üniversite profesörünün, öğrencilerin nasıl motive olduklarını etkileme gücüne sahip olduğuna inanıyor.
“Bir öğretmen olarak neyi etkileyeceğiniz hakkında bir seçim yapabilirsiniz” diyen Wrzesniewski, “Önünde laptopları olan öğrencilere mi dikkatinizi verirsiniz yoksa zekice sorular soranlara mı?” diye soruyor. Wrzesniewski’ye göre zeki sorular soran çocukların “değer verilen, ilgi gösterilen ve takdir edilen” olduklarını hissetmelerini sağlamak, onların içindeki zekayı daha da ortaya çıkarıyor.
Schwartz da aynı fikirde, ancak bir uyarısı var: “Çocuklara bu tür sinyaller vermek, yavaşça ve incelikli bir şekilde yapılmalı. Bunu da başka bir dışsal ödüle dönüştürmediğiniz konusunda çok dikkatli olmalısınız.”
Kaynak: http://www.egitimpedia.com/egitim-2/yastan-ogrenciyi-nasil-motive-edebilirsiniz